03 Mart 2019

YAZILAR'da SARNIÇ


Yazılar'ın girişi aşağıdaki satırlarla birlikte Sarnıç'a uzanıyor '' Orta ve lise tahsilim boyunca hemen her yaz Bilecik,Pazaryeri'ne bağlı bir köy olan Sarnıç'a giderdim Anneanemin, dayımın ve teyzelerimin yaşadığı köy. Yolculuk Karaköy İstasyonu'na kadar trenle, oradan köye ise önceleri yaylı denilen at arabasıyla, sonraki yıllarda ciple Bakrez deresini/boğazını geçerek olurdu'',

Akın Akbaygil kitabının sayfalarında kendisinin ifadesine göre Sadece Kozaaların değil tüm Sarnıçlıların yeğeni olarak gördüğünü ifade ediyor satırlarında. Sarnıç'da ki sosyal yaşamı o kadar güzel gözlemlemiş ki en ufak detayları bile gözden kaçırmamış. Sürgünün soykırımın acısını her daim hissetmiş.

''Kaf Dağı'nın bağrında
Karlı zirvelerle altın tozu yüklü ırmaklar arasında
Kanlı kaygan yamaçlar.
Islak yamçılarla
Uzun bacaklı, o ilk top sesleri gözlerinde atlar üzerinde
Hiç evde olmayan
Vurulduğunda ölüp ölmeyeceğini bilen
Erkekler.
Evlerde
Hep en kötü haberi bekleyen
Şarap lekesinde bile kan gören
Kadınlar
Gözleri hep yolda vadiye dönen.''

''Bizimkiler akrabalarının akıbetini öğrendikten sonra, kara yolunu seçmişler ve Kırım üzerinden Romanya'ya ve daha sonra da Bulgaristan'a gelmişler. Orada bir kaç yıl, tam bir perişanlık içinde kaldıktan sonra Osmanlı Devletinin Anadolu'da gösterdiği yerlere iskan edilmişler.
Aynı şehirde ev değiştirmek bile, pek çok şey gibi bunu da en iyi çocuklar bilir, bir insanın ruhunda ne derin izler bırakır.
Ya ülke değiştirmek , Kaf Dağı'nın ardını terk edip bilinmedik yollara düşmek nasıl olmalı?
Anneannemden geçmişle ilgili iki cümle duydum sadece : Birincisi ''Evladım biz öyle bir ülkeyi terk edip geldik ki, koyun postunu dereye sarkıtıp bıraktığında, bir müddet sonra üzeri altın tozuyla kaplanmış olurdu.'' Diğeri de ''Kar ve buzdaki göç yürüyüşünde birçok anne kucaklarındaki çocuklarının kayıp düşmüş olduğunu ancak mola verdiklerinde fark edebiliyordu.''
Birinci cümleye, Yunanca mitolojideki, ne olduğunu hiçbir kitabın açıklayamadığı ''Altın Posteki'nin sırrını çözdüm.
İkinci cümledeki trajediyi ilk duyduğumda değil (çocuktum), bir üst kademeye ulaştığımda anlamıştım; evlenip çocuk sahibi olduktan sonra.''


Kitabın sayfalarında satırlara göz atmaya devam edelim. Benim kendisini bir Abhaz diplomatı gibi gördüğüm dayısı Sünnah ağbiden bahsettiği paragraf da ki bu görüşü beni de hep düşündürmüştür. ''Dayım, geride bıraktığı, pişmanlıklar ve hayal kırıklıklarıyla dolu, boşa geçtiğini düşündüğünü hayatının üzerini örtmek istercesine, kollarını bütün çevreyi gösterecek şekilde sallayarak ''Bir gün buralarda kimseler, izimiz bile kalmayacak, meşeler palamutları ile yürüyecek, orman her yeri ilk geldiğimizde olduğu gibi kaplayacak'' derdi.



Kitapta yer alan Kadınlar ve diğer...... Başlığı altında Sosyal yaşam içinde ailelerde bugünde hala yaşayan örf ve adetlerimizi işlemekte.

''Ağustosun ikinci yarısı.
Sarnıç köyü.
Ufuk çizgisine abanmış Keşiş dağı
güneşi ilk gören.
Anızların üstüne nefesi kırağı olarak düşen.
Ocağın önünde yer sofrası,
Sıcak süt, soğuk çiğ.
Teyzemler ve ben,suskun, yalnız,
ama değil, cedlerden durmadan
Azar işiten.

Annemi ölümünden sonra gözümün önüne her getirdiğimde değişik davranışlarını, özelliklerini hatırlıyorum, nasıl yemek yediği hariç. Oysa kaç defa sofrada birlikte olmuştu. Düşüne düşüne bunun sebebini buldum. Bizimle beraber, bize yedirmek için sofraya oturuyor ama kendisi yemiyordu''



Bir diğer paragrafta ''üst derecedeki tabular arasında en dikkat çekici olanlardan biri kaynata- gelin ilişkisi ile ilgili olandı. Gelin, kaynatasına mümkün olduğunca gözükmez, karşılaştıklarında yüzüne bakamaz , ondan ''şu kadar misafir var, ona göre sofra hazırlayın'' gibilerden talimat aldığında başını hafifçe sallayarak cevap verir, konuşamazdı.''
Anlattıklarına göre, anneannem yıllarca hasta bakıcılığını yaptığı kaynatası Kuazba Nart ölümünden hemen önce''Kızım bana çok emeğin geçti, artık ölüyorum, hakkını helal et'' dediğinde bile''helal olsun ''diyememiş, öne eğdiği başı ile cevap verebilmişti.''

Yapıların anlatıldığı bölümde benim içinde anısı olan ocaklardan bahsedilmekte ve çizimini paylaşmakta (çok küçük yaşlarda çay tiryakisiydim bu ocağın başında çay içme rekorunu kırmıştım her çay sohbetinde Sünnah ağbiyi tebessümle şükranla anmaktayım)

''Kerpiç yapılar,nefes alıp veren bir özelliğe sahip olduklarından,içeriyi yazın serin, kışın sıcak tutuyor, ayrıca, sanırım, kiremit ve ahşapla birlikte havadaki radyasyona da engel oluyor. Bu tür yapıların içine girdiğinizde hissettiğiniz rahatlama duygusunun esas nedeni bu olsa gerek.''
''Evlerde en çok sevdiğim detay, tavan, kapı ve pencere hariç her tarafı kerpiç olan odalardaki, bazıları kendi çapında anıtsal ölçeklere ulaşan, tavana kadar kat kat yükselen, kireçle badana edilmiş kerpiçten ocaklar ve üzerindeki iki, üç sıra halinde nişlerdi. Ocakların en üst katı yan yana iki nişle biterdi.......''


Yazılar'ın sayfalarında Atayurt Kafkasya'ya uzanan 'Yarışma' başlığı altındaki satırlara birlikte göz atalım ''Yaşlılardan biri anlattı.Kafkasya'da çocukların eğitimine çok önem verilir ve aralarında yaratılan rekabetle, toplumda öne çıkacak olan gençleri fark etmek ve teşvik etmek için yarışmalar yapılırmış.
Yine bir defasında, yüksek dağların arasındaki bir vadide bulunan bir köyde, bir yarış tertip edilmiş. Konu güneşin ışığını o sabah çocuklardan hangisinin daha önce görüp haber vereceği imiş.
Geceden bütün çocuklar toplanmış, hepsi doğudaki dağların üzerindeki çizgiye bakmaktaymışlar. Bir tanesi hariç. Ve o kazanmış. Çünkü o doğuya değil, batıdaki en yüksek ve güneşin ilk aydınlattığı bir dağın zirvesine bakıyormuş''

Benim amacım kitap hakkında tanıtım ve kritik yapmak değil o anıların arasından bir kaç paragraf da olsa paylaşmak ve yaşamın büyülü engin hazinesinde yer almaktır. Yazıların son söz başlığı altında yer alan satırlarına odaklanalım.

''Çocukların en büyük eğlencesi,tramvay ve otomobillerin önünden kim en son anda geçecek yarışması. Rekortmen babam, o günlerde şehirde işleyen beş-on taksiden birinin altında kalıyor, kafatası açılmış beyni görünüyor. Ameliyat oluyor. Ölecek diye bekliyorlar, bünyesi çok kuvvetli, iyileşiyor, Kaybettiği sınıfları hızla telafi ediyor. Hep birinci. Önce edebiyata yöneliyor, İstanbul'a geldiğinde tek kelime TÜRKÇE bilmiyor (şimdi ne yazık ki anadilimizi bilmiyoruz) olmasını unutturmak için. Ama sonra hocası daha sevimli bir çocuğu kayırınca matematiğe tutuluyor. Ömür boyu sürecek bir tutku. Alman matematikçi Gauss'a özellikle hayran."

YAZILAR'ın Son söz başlığının son paragrafını aşağıdaki satırlarda okuyacaksınız, ama bu son satırlardan evvelde benimde bir sözüm olsun istedim iyi bir ekonomist iyi bir bankacı olan yeğenimiz için iyi bir yazarda olduğunu söyleyebiliriz. Deneme ve edebiyat kategorilerinde eserler yazmış olan Akbaygil'ın keşke zamanı olsa da, yazmaya devam etse derim. Çok farklı konulardaki tespitleri gerçekten ilginç ve önem arz etmektedir. Aşağıdaki son paragraflardan sonra YAZILAR'ı tekrardan okumak için elime aldığımı söylemeden geçemeyeceğim.

''Bir rüya görüyorum, bahçedeyim, bir ilkbahar günü kadar güneşli bir sonbahar günü, çiçekler, kelebekler .Eşim ve çocuklarım kendi aralarında konuşuyor, torunlarım ışık içinde, bağıra çağıra oynuyorlar. Taflanların hemen arka tarafı karanlık, iyi tanıdığım, kendi sesimin yankısı olacak kadar sesi benimkine benzeyen bir ses ''işte böyle Akıncığım'' Babamdan duyduğum son söz.


   Akın Akbaygil Annesi Kozapha Bülbül ile.Taksim meydanında (Galatasaray lisesi Ortaokul 2.sınıf)
              Yıl 1948 Trabzon Ahipa Adil-Kozapha Bülbül Evlatları Akın ve Füsun ile birlikte
                                 İznik vakfında Füsun Akbaygil -Akın Akbaygil (2018)

                                                       Füsun ve Akın Akbaygil