Yazılar'ın girişi aşağıdaki satırlarla birlikte Sarnıç'a uzanıyor '' Orta ve lise tahsilim boyunca hemen her yaz Bilecik,Pazaryeri'ne bağlı bir köy olan Sarnıç'a giderdim Anneanemin, dayımın ve teyzelerimin yaşadığı köy. Yolculuk Karaköy İstasyonu'na kadar trenle, oradan köye ise önceleri yaylı denilen at arabasıyla, sonraki yıllarda ciple Bakrez deresini/boğazını geçerek olurdu'',
Akın
Akbaygil kitabının sayfalarında kendisinin ifadesine göre Sadece
Kozaaların değil tüm Sarnıçlıların yeğeni olarak gördüğünü
ifade ediyor satırlarında. Sarnıç'da ki sosyal yaşamı o kadar güzel
gözlemlemiş ki en ufak detayları bile gözden kaçırmamış.
Sürgünün soykırımın acısını her daim hissetmiş.
''Kaf
Dağı'nın bağrında
Karlı
zirvelerle altın tozu yüklü ırmaklar arasında
Kanlı
kaygan yamaçlar.
Islak
yamçılarla
Uzun
bacaklı, o ilk top sesleri gözlerinde atlar üzerinde
Hiç
evde olmayan
Vurulduğunda
ölüp ölmeyeceğini bilen
Erkekler.
Evlerde
Hep
en kötü haberi bekleyen
Şarap
lekesinde bile kan gören
Kadınlar
Gözleri
hep yolda vadiye dönen.''
''Bizimkiler
akrabalarının akıbetini öğrendikten sonra, kara yolunu seçmişler
ve Kırım üzerinden Romanya'ya ve daha sonra da Bulgaristan'a
gelmişler. Orada bir kaç yıl, tam bir perişanlık içinde
kaldıktan sonra Osmanlı Devletinin Anadolu'da gösterdiği yerlere
iskan edilmişler.
Aynı
şehirde ev değiştirmek bile, pek çok şey gibi bunu da en iyi
çocuklar bilir, bir insanın ruhunda ne derin izler bırakır.
Ya
ülke değiştirmek , Kaf Dağı'nın ardını terk edip bilinmedik
yollara düşmek nasıl olmalı?
Anneannemden
geçmişle ilgili iki cümle duydum sadece : Birincisi ''Evladım biz
öyle bir ülkeyi terk edip geldik ki, koyun postunu dereye sarkıtıp
bıraktığında, bir müddet sonra üzeri altın tozuyla kaplanmış
olurdu.'' Diğeri de ''Kar ve buzdaki göç yürüyüşünde birçok
anne kucaklarındaki çocuklarının kayıp düşmüş olduğunu
ancak mola verdiklerinde fark edebiliyordu.''
Birinci
cümleye, Yunanca mitolojideki, ne olduğunu hiçbir kitabın açıklayamadığı ''Altın Posteki'nin sırrını çözdüm.
İkinci
cümledeki trajediyi ilk duyduğumda değil (çocuktum), bir üst
kademeye ulaştığımda anlamıştım; evlenip çocuk sahibi
olduktan sonra.''
Kitabın sayfalarında
satırlara göz atmaya devam edelim. Benim kendisini bir Abhaz diplomatı gibi gördüğüm dayısı Sünnah ağbiden bahsettiği
paragraf da ki bu görüşü beni de hep düşündürmüştür.
''Dayım, geride bıraktığı, pişmanlıklar ve hayal
kırıklıklarıyla dolu, boşa geçtiğini düşündüğünü
hayatının üzerini örtmek istercesine, kollarını bütün çevreyi
gösterecek şekilde sallayarak ''Bir gün buralarda kimseler, izimiz
bile kalmayacak, meşeler palamutları ile yürüyecek, orman her yeri
ilk geldiğimizde olduğu gibi kaplayacak'' derdi.
Kitapta yer alan Kadınlar ve diğer......
Başlığı altında Sosyal yaşam içinde ailelerde bugünde hala
yaşayan örf ve adetlerimizi işlemekte.
''Ağustosun ikinci
yarısı.
Sarnıç köyü.
Ufuk çizgisine abanmış
Keşiş dağı
güneşi ilk
gören.
Anızların üstüne
nefesi kırağı olarak düşen.
Ocağın önünde yer
sofrası,
Sıcak süt, soğuk çiğ.
Teyzemler ve ben,suskun,
yalnız,
ama değil,
cedlerden durmadan
Azar işiten.
Annemi ölümünden sonra
gözümün önüne her getirdiğimde değişik
davranışlarını, özelliklerini hatırlıyorum, nasıl yemek yediği
hariç. Oysa kaç defa sofrada birlikte olmuştu. Düşüne düşüne
bunun sebebini buldum. Bizimle beraber, bize yedirmek için sofraya
oturuyor ama kendisi yemiyordu''
Bir diğer paragrafta ''üst derecedeki
tabular arasında en dikkat çekici olanlardan biri kaynata- gelin
ilişkisi ile ilgili olandı. Gelin, kaynatasına mümkün olduğunca
gözükmez, karşılaştıklarında yüzüne bakamaz , ondan ''şu
kadar misafir var, ona göre sofra hazırlayın'' gibilerden talimat
aldığında başını hafifçe sallayarak cevap verir,
konuşamazdı.''
Anlattıklarına göre,
anneannem yıllarca hasta bakıcılığını yaptığı kaynatası
Kuazba Nart ölümünden hemen önce''Kızım bana çok emeğin
geçti, artık ölüyorum, hakkını helal et'' dediğinde
bile''helal olsun ''diyememiş, öne eğdiği başı ile cevap
verebilmişti.''
Yapıların anlatıldığı
bölümde benim içinde anısı olan ocaklardan bahsedilmekte ve
çizimini paylaşmakta (çok küçük yaşlarda çay tiryakisiydim bu
ocağın başında çay içme rekorunu kırmıştım her çay
sohbetinde Sünnah ağbiyi tebessümle şükranla anmaktayım)
''Kerpiç yapılar,nefes
alıp veren bir özelliğe sahip olduklarından,içeriyi yazın
serin, kışın sıcak tutuyor, ayrıca, sanırım, kiremit ve
ahşapla birlikte havadaki radyasyona da engel oluyor. Bu tür
yapıların içine girdiğinizde hissettiğiniz rahatlama duygusunun
esas nedeni bu olsa gerek.''
''Evlerde en çok
sevdiğim detay, tavan, kapı ve pencere hariç her tarafı kerpiç
olan odalardaki, bazıları kendi çapında anıtsal ölçeklere
ulaşan, tavana kadar kat kat yükselen, kireçle badana edilmiş
kerpiçten ocaklar ve üzerindeki iki, üç sıra halinde
nişlerdi. Ocakların en üst katı yan yana iki nişle
biterdi.......''
Yazılar'ın sayfalarında
Atayurt Kafkasya'ya uzanan 'Yarışma' başlığı altındaki
satırlara birlikte göz atalım ''Yaşlılardan biri
anlattı.Kafkasya'da çocukların eğitimine çok önem verilir ve
aralarında yaratılan rekabetle, toplumda öne çıkacak olan
gençleri fark etmek ve teşvik etmek için yarışmalar yapılırmış.
Yine bir defasında,
yüksek dağların arasındaki bir vadide bulunan bir köyde, bir
yarış tertip edilmiş. Konu güneşin ışığını o sabah
çocuklardan hangisinin daha önce görüp haber vereceği imiş.
Geceden bütün çocuklar
toplanmış, hepsi doğudaki dağların üzerindeki çizgiye
bakmaktaymışlar. Bir tanesi hariç. Ve o kazanmış. Çünkü o
doğuya değil, batıdaki en yüksek ve güneşin ilk aydınlattığı
bir dağın zirvesine bakıyormuş''
Benim amacım kitap
hakkında tanıtım ve kritik yapmak değil o anıların arasından
bir kaç paragraf da olsa paylaşmak ve yaşamın büyülü engin
hazinesinde yer almaktır. Yazıların son söz başlığı altında yer alan satırlarına
odaklanalım.
''Çocukların en büyük
eğlencesi,tramvay ve otomobillerin önünden kim en son anda geçecek
yarışması. Rekortmen babam, o günlerde şehirde işleyen beş-on
taksiden birinin altında kalıyor, kafatası açılmış beyni
görünüyor. Ameliyat oluyor. Ölecek diye bekliyorlar, bünyesi
çok kuvvetli, iyileşiyor, Kaybettiği sınıfları hızla telafi
ediyor. Hep birinci. Önce edebiyata yöneliyor, İstanbul'a geldiğinde tek kelime TÜRKÇE bilmiyor (şimdi ne yazık ki
anadilimizi bilmiyoruz) olmasını unutturmak için. Ama sonra
hocası daha sevimli bir çocuğu kayırınca matematiğe
tutuluyor. Ömür boyu sürecek bir tutku. Alman matematikçi Gauss'a özellikle hayran."
YAZILAR'ın Son söz
başlığının son paragrafını aşağıdaki satırlarda okuyacaksınız, ama bu son satırlardan evvelde benimde bir sözüm
olsun istedim iyi bir ekonomist iyi bir bankacı olan yeğenimiz için
iyi bir yazarda olduğunu söyleyebiliriz. Deneme ve edebiyat
kategorilerinde eserler yazmış olan Akbaygil'ın keşke zamanı
olsa da, yazmaya devam etse derim. Çok farklı konulardaki tespitleri
gerçekten ilginç ve önem arz etmektedir. Aşağıdaki son
paragraflardan sonra YAZILAR'ı tekrardan okumak için elime aldığımı
söylemeden geçemeyeceğim.
''Bir rüya görüyorum,
bahçedeyim, bir ilkbahar günü kadar güneşli bir sonbahar günü,
çiçekler, kelebekler .Eşim ve çocuklarım kendi aralarında
konuşuyor, torunlarım ışık içinde, bağıra çağıra
oynuyorlar. Taflanların hemen arka tarafı karanlık, iyi tanıdığım,
kendi sesimin yankısı olacak kadar sesi benimkine benzeyen bir
ses ''işte böyle Akıncığım'' Babamdan duyduğum son söz.
Akın Akbaygil Annesi Kozapha Bülbül ile.Taksim meydanında (Galatasaray lisesi Ortaokul 2.sınıf)
Yıl 1948 Trabzon Ahipa Adil-Kozapha Bülbül Evlatları Akın ve Füsun ile birlikte
İznik vakfında Füsun Akbaygil -Akın Akbaygil (2018)
Füsun ve Akın Akbaygil
Yıl 1948 Trabzon Ahipa Adil-Kozapha Bülbül Evlatları Akın ve Füsun ile birlikte
İznik vakfında Füsun Akbaygil -Akın Akbaygil (2018)